29 Ağustos 2010 Pazar

(birleştirilmiş hali)


   Mesai bitimlerine has o hissiz tükenmişlikle, salondaki elektrikli aletleri sırayla kapatıp odasına yöneldi.Günler oldum olası birbirinin aynıydı ama insanın üzerine ateşli bi hastalık gibi çöken bu yaz,iyiden iyiye sayıklamaya dönmüşlerdi.Masasına oturup teybin düğmesine bastı,ürkek adımlarla kıyısında bir keman belirdi odanın.Işığı söndürüp,bitmek üzere olan mumu yaktı.Şimdi bir ayin veya yortu havasıyla dolan odanın şu hali bile herhangi bi insanın tüylerini diken diken etmeye yetebilecekken o aynı kayıtsızlıkla aylardır içtiği ilacından bir tane çıkarıp kırdı,ağzına attığı yarımı zorlanmadan yuttu.Keman usul usul ağlamayı sürdürüyordu.Bir süre öylece hareketsiz...
     Biraz da bu boşluğu fark etmenin getirdiği mahçup bir istekle günlüğüne bakındı.Ardından berideki müsvettede kalemini yokladı.

27.08.2010
Körüğü yırtık bi akardeon tünemiş içimdeki kuru dallara,hal dilinde bir bozlak söylüyor sanki durmadan.Sanki her yer Kerbela.Ağlayamıyorum utancımdan.Ne zamandan beri böyleyim?Bilmiyorum.Sulu bir şakadan başka ne olabilir ki çölde bitkisel hayat oysa?Bilmiyorum.Tek bildiğim, kelimelerle yaşamak, dilini bilmediğim bir coğrafyada düşman diye esir alınıp idamla yargılanmak gibi, ürpertici...Tek bildiğim hayatım artık elimde değil,yalnızca dilimde...
01.37

   Bu lanet şey; lanet metal hissi. oldum olası sevemediği metalin soğukluğu. kabahat kendisindeydi elbet. insanın teni bu kadar sıcaklayınca plastiği nasıl da metal kıvamında algılıyordu. dönüp yatakta yüzü koyun yattı, iki elinin biriyle üzerindeki bodyi sıyırmadan kopçasını tek eliyle çözmeye çalıştı, olmadı, yılmadı, toparlanıp ayaklarını aşağı sarkıttı. omuzlarından askıları indirdi tektek, kolarından sıyırdı. ellerini göbeğinden süydenine götürüp biraz da haşin bir hareketle aşağı indirirken seksen yedi beden gögüsleri yukarı doğru pörtledi. hızlı hareketlerle tüm südyen bedenini tavaf edercesine döndü karnında. önüne gelen kopçayı bir çırpıda çözdü. bu iş böyle olmazdı ki! o teybin düğmesine bastığı andandır ama yok yok daha içeride elektrikli aletleri de kendine uydurup gecenin huzurlu karanlığına gönderirken başlamıştı ruhunun kendini teslim ettiği ritme. şimdi o tüm ritim duygusu bir anda kimin ne zaman niçin icat ettiği belli olmayan bu bez parçası mıdır yoksa bez parçası deyip geçemeyeceği yoldaşı mıdır artık ne haltsa herşeyi bok edip bırakmıştı. elinde kalan südyeni avuçlarının içine sıkıştırıp masanın üstüne düşeceğini beklediği üzere duvara doğru fırlatıp hemen yatağın yanı başındaki pencereye döndü. şimdi cereyana ihtiyacı vardı.

   Artık Allah'ın cezası yeşil reçeteli ilaçlar dahi işe yaramıyordu. Uyuyamıyordu bir türlü. Kafasını bi kaplumbağa gibi uzatıp pencereden havayla doldurdu ciğerlerini. Vücudunun serinlemesiyle ve sokak lambalarının öksüz sessizliğiyle biraz daha sakindi şimdi. Bir an ayla göz göze geldi; eskiden olsa, bu bakışmada, birinin tam da o dakikada onu düşünmekte olduğuna inanabilirdi. Ne zamandır kimseyi özlemediğini hissedince, içine dolmak üzere olanlardan kaçtığını, kendine belli etmemeye çalışan ağır hareketlerle odaya yöneldi tekrar. Uyumalıyım, uyumalıyım... Az evel uyuyamamanın getirdiği öfkeyle fırlattığı sütyeni masanın üzerinde küskün duruyordu, uzanıp aldı özür diler gibi. Yatağın kenarına koyup tekrar uzandı.Gözleri tavandaki badana izlerine saplanmış vaziyette kendi kendini telkini sürdürdü .Uyumalıyım,uyumalıyım,.. uyumalı...

   Kucağında bir bebek vardı rüyasında. Onu seviyor, sarıp sarmalıyor, öpüyordu.. Etrafında yüzlerini seçemediği kadınların “maşallah ne tatlı bebek, Allah analı babalı büyütsün.” dediklerini duyuyordu. Ama sesleri uğultuya dönüşüyordu bu kadınların, sonra onu rahatsız eden bir gürültü halini alıyordu. Bebeğin yüzünde ise bir isteksizlik okunuyordu. Cinsiyeti belirsiz olan bu çocuk aniden sinirlenmeye başlıyor ve elindeki kalemle kadının yüzüne vuruyordu. “Sen benim annem değilsin ! “ diyerek kadının alnına, yanaklarına, gözlerine vuruyordu. Kalemin darbeleri acıtmıyordu ama bebeğin sözlerinden kadının gözleri doluyordu, yüzü ıslanmıştı. Bir erkeğin ona seslendiğini duyduğu anda bebeğin kalemle boynuna vurmak için hamle yaptığını gördü. Engellemek için elini kaldırdığında rüyadan uyandı ve gözlerini açtı. Yüzünde su damlaları vardı ve üstü biraz ıslanmıştı. Dışarıda şiddetli bir yağmur yağıyordu. Yatağının yanındaki açık kalan pencereden içeriye kadar geliyordu yağmur damlaları. Yatakta doğruldu. Odanın zemini ıslanmıştı. Uyku sersemi ayağa kalkıp bir adım attığı anda ayağı kaydı, az kalsın düşüyordu ki yatağın kenarına tutundu.
   Bir süredir fiziksel dünyadan uzak yaşıyordu. Yazıp çizdikleri, hayal dünyası, rüyalarıyla kendini soyut bir rutine hapsetmişti evinde. Az daha yere kapaklanacak olmanın verdiği korkuyla şimdi duyuları biraz daha açılmıştı. Ne zaman başlamıştı bu yağmur oysa yatmadan önce gökyüzü açıktı diye düşündü…

   Yağmur tüm şiddetiyle yağmaya devam ederken, bir bezle yerleri kuruladı. Ocağa kahve için su koydu. Saat daha 4 tü.

   Ocaktaki suyun kaynamasını beklerken rüyasında gördüklerini düşünmeden edemedi. Daha birkaç saat önce zihnindeki bütün oyunları bir kenara bırakıp sadece uyumak istiyordu. Yatağına girdiğinde sonsuz bir boşluk hayal etmişti, olmadı... Sandığından çıkardığı, güvelere emanet bıraktığı naftalin kokan korkuları yine ortaya çıkmıştı. Yüreğine sinen özlemleri bir yana bir de bu kabuslar vardı. bitmeliydi oysa...gerçeği doğuracak şey buydu belki de. Herşey en başa dönmeden devinimsiz akıp giden günlere şükretmeliydi zaman. Sessizlik sevinç çığlıkları atmalıydı yalnızlığın sokaklarında ve tükenmek bilmeyen dinginlik...tüm bunların ötesinde hayatından istediği tek birşey vardı: huzur!!!

   Aklına takılan bu sözcükle saçmaladığının farkına varması çok uzun sürmedi. çünkü bu hayattan nasiplenememişti hiç. tutulamayacak bir sürü söz, armağan niyetindeki onca acı ve hepsinin sonunda gözlerindeki tuz birikintileri... bütün bu düşüncelerinden sonra "ben böyle yaşamın.....!!!!" diye başlayan bir küfür silsilesi çıkacakken dudaklarının arasından vazgeçti. kalktı, ocağın altının kapatıp sıcak suyu fincanına doldurmaya başladı...Tekrar masasının başına döndü... Bi sigara yaktı. Yaşayamıyorsa, yazmalıydı... Yaşayan insanları... Karıncalanan parmaklarını daktilonun harflerinde gezdirmeye başladı.
"Sarhoşlar… O kadar iyi tanıyorum ki onları."


   Sarhoşlar… O kadar iyi tanıyorum ki onları. Onların o orospu hüznünü, çaresizce, yaralarını gösterir gibi gülüşlerini. Bilseler kendime ve onlara ne kadar acıyarak ve tiksinerek baktığımı… En fazla yine yıvış yıvış sarılırdık birbirimize. Dünyanın dört bir yanından bi araya gelmiş onlarca insan. Hepsi de aynı boka doğru yola alıyor. Canları cehenneme… Bırak orda kalsınlar. Güverte gece yağan çiğ ile sırılsıklam. Şunu saracak bi yer bulmalı. Alabandadaki kat kat boyanın bile kapatamadığı pas lekesi şu ıslak haliyle kaç aydır burada olduğumu hatırlatır gibi sırıtıyor karşımda.
   Dilinin ucuyla ıslattığı çarşafların kenarlarını dişleri ile tırtıklayıp dizinin üstünde yapıştırmaya başladı. Sonsuz sessiz bi mavilik… İlk gördüğünde bütün bi ömrünü bu gemide geçirebileceğini düşünmüştü. Şimdi ise soluk almak ancak karaya ayak bastığında mümkün olacaktı sanki. Bütün nefesini boşalttı. Üstüne yola çıktığı ilk günün tarihini kazıdığı zipposunu yakıp, cigarasına ciğerlerinin olanca gücüyle asıldı. Benzinin afganın  iyotun ve ıslak metalin kokusu alnının tam karşısındaki bi buluta döndü ağır ağır. Zaten kıpırtısız olan deniz bi fotoğraf karesi gibi soyundu zamanı.  Başını göğe kaldırdığında gökyüzü lacivert olmaktan caymış felaket grisi olmuştu.  Tükürür gibi gülümsedi.


   Anımsatmak istiyor olabilir miydi gökyüzü, gitmek için hatrı sayılır bir felaket bekleyişini? Uzun mu sürmüştü? Bilmiyordu. Tam gideceği sıra çalmıştı kapıyı kurtarıcısı; kulağı hep kapıda olduğundan bekletmeden almıştı içeri nazlı, çirkin felaketini? Artık gidebilirdi, gidişinin bir nedeni vardı sonunda.

   Gökyüzünü izlemeyi bıraktı. Belki boynu ağrımıştır. Eliyle ensesini ovuştururken,birden ayağa kalktı,kimseye duyurmak istemeden fakat yine de birilerini çağırıyor gibi hafifçe dönüp arkasını bağırdı “kara göründü. ” Sesindeki ciddiyet o an dökülüverdi denize. Gülüyordu, sadece yüzü değil bütün uzuvları gülüyordu, öne doğru eğilmiş bir yandan da karnını tutuyordu. Güvertede gezinen bir martı da onun bu haline gülüyordu. Bu tek kişilik oyun devam ederken Abdul geldi; gerçi o, ona “alabık” diyordu, gemide ondan başka kimseyle anlaşamamasının nedenini buna bağlıyordu. Abdul hafiften sinirlenmiş gibi yaparak, “yine kafan güzel, hadi, neredeyse geldik; toparlan biraz” Evet, gelmek üzereydi. Gidişinin başladığı yere... Künyesine kazınmış o mahalleye...

   Günlerin uykusuzluğuyla daldığı kısa lakin deliksiz ve derin uykudan çığırtkan bir kadın sesiyle ayrılmak mıydı rahatsızlık veren yoksa bu çığırtkan kadın sesi mi?
- "Esmaaaa! Yüzünü göster be kadın öldün mü yaşar mısın bilinmez! Esmaaaaaaaaaaaaaa!"
Daha ne kadar duymamazlığa verebilirdi ki bu sesi, tüm mahalleli gelecek cevabı beklerken…
-kapı açık,gel yukardayım
Tombul kadının hızlı adımlarıyla gıcırdıyan merdiven sesine inat, kısa süren tatlı uykusunun etkisinde gözlerini açmamaya direniyordu,
-Abdul dönüyormuş yarına, çarşıya gidip yemeklik alacam ya, birde saçlarıma bir şekil şemal versek?
   Birden zihni yakın zamanda hiç olmadığı kadar açıldı, göğsünden midesine doğru bir heyecan şelalesi akıverdi, çağlaya çağlaya, gürül gürül… Ne kadar bastırmaya çalışsa da bu heyecanı, karşısındaki onun bunu gizlemeye çalışacağını öncesinden anlayacak ve ustalıkla geçiştirebilecek kadar tecrübeliydi
-“Yarın sabah erkenden geleyim de bir gençleştir beni, doyurayım herifi, aç kaldı ne zamandır” Şişman insanlara has o derin kahkahayı atarak bitirdi cümlesini…
   Aralarında çok uzun diyaloglar geçmemesine rağmen kapının kapanış sesini duyduğunda tek hatırladığı şey Abdül’ün dönüş haberiydi. Büyük yatakta küçücük kalmıştı, eli ayağı konacak yer aramaya dursun içindeki o ruhsuz kahverengi ve bir o kadar öfkeli kelebeklere kim hakim olacaktı? Acaba o da bıraktığı mahallesine mi dönecekti geri hiçbir şey olmamış gibi yoksa yalnız başına yeni bir hayata mı başlayacaktı? Korktu, çok korktu; kendisinin figüran olarak bile dahil edilmediği yeni bir hayat…Kalktı yüzünü yıkadı, yok, olmadı;soyundu duşa girdi, olmadı...saatlerce ayna karşısında kendine baktı ve saatlerce düşündü geçmişi,yaşananları,yaşanamayanları…

  •  
Gemi limana girerken gün çoktan kendini belli etmişti. Güneşin görünmediği gri gökyüzü ona bu şehri geride bıraktığı günü hatırlatıyordu. Koyu renkli bulut kümeleri sanki her an, anılarla yüklü damlaları serbest bırakacaklardı. Yağmur gözlerinin önünde önce bir perde oluşturacaktı ardından perde açılacak ve o ayrılık günü sahnelenecekti… Gök gürlerken Yusuf cebinden çakısını çıkardı…

...
“ Benim bu halimle uğraşmanı istemiyorum, anladın mı !! Gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Sana zarar vermek istemiyorum. Şu an bile hayatını mahvediyorum…"
...
" Yarın gidiyorum. “
“ Nereye ? “
“ Limandan kalkan bir gemi var. Önce Akdeniz’de birkaç şehre uğrayacakmış. Biz de ordan başka bir gemi bulup daha uzun süre denizde kalmaya niyetliyiz. Abdül de geliyor…“
“ Ne zaman geri döneceksin ?”
“ Sana soruyorum cevap ver be adam ! Ne zaman döneceksin !”
...

Haftalardır ilk defa karaya ayak basacak olan mürettebat güverteye doluşmuş bekliyordu. Bazıları da geminin limana demirlemesi için gerekli hazırlıkları yerine getiriyordu hala. Yükleri sabitleyen ipler bir bir çözülüyordu. Büyük bir vinç ilerden harekete geçmişti bile, bu devasa paslı gemi vazifesini tamamlamıştı, şimdi yükünü boşaltıp o da rahatlamayı hak ediyordu…

Abdül, güvertede Yusuf’u arıyordu. İşçilerin merdivenden inmek için sıraya girip bekleştiği yerde değildi Yusuf. Biraz arkalara doğru yürüdüğünde onu gördü. Korkuluklara tutunmuş, yüzünü geldikleri tarafa – açık denize- dönmüştü. Kamburunu çıkartmış önündeki bir şeyle uğraşıyordu.

“ Şu zıkkımdan kurtulamadı gitti ! “ dedi Abdül kendi kendine. Yanına gittiğinde Yusuf’un çakısıyla zipposunun üstüne bir şeyler kazıdığını fark edince şaşırdı.. Bugünün tarihi.

“ Hadi artık gidelim ! Depo suyu içmekten bıktım burada … “ 
  •  
Uyandığında hava neredeyse kararmak üzereydi. Rüyasında yine bebeği görmüştü; bu sefer de bir mama koltuğunda ölümcül bir suskunlukla oturmuş gözlerindeki bütün ferle ona hain olduğunu haykırıyordu sanki. Bütün vücudu yara bere içinde karşısında öylece durmuştu ölümcül bir sessizlikle.  Uzaklaştırmaya çalıştı rüyadan arta kalanları.
   Her taraf geceki yazma serüveninden kalma öfelenmiş kağıt tomarlarıyla doluydu. Daktilodaki son kağıdı çekip çıkardı ve göz gezdirdi yazdıklarına, şimdi başka türlü bakacaktı hikayesine, çünkü o geceki o değildi, uyku insandaki duyguları nasıl da hiç ona ait olmamış gibi yabancı kılıyor. Zaman… Bir keresinde daha üniversitede öğrenci iken çok öfkelendiği hocasına öfkesini yansıtabilmek için hiç uyumamıştı, o zaman da biliyordu, en kuvvetli duyguların bile uykuya yenik düşeceğini. Sabaha karşı uyuyakalmış,  öğlene doğru uyandığında ise öfke önceki tesirini yitirmişti gerçekten de. Hem bu hatıraya hem de elindeki sayfada yazılanlara “tükürür gibi “ gülümsedi. Yaşamayan birinin yazmasını düşünmek bile aptalcaymış gibi geldi o an için. Ama geceden kalma bayat kahve ve sigara tadını tazeleriyle değiştirdiğinde bu his de artık kendine ait olmayacaktı belki.
   Kahvesini alıp tekrar masasına oturdu henüz mum ve keman için erkendi hem bu sefer yazdıklarının kemancıya değil kendine ait olmasını istiyordu. Yazdıklarını önüne çekip tekrar okumaya koyuldu. Aslında bu sefer kendi bilinçaltını okumak istiyordu daha çok sanki. Önce isimler dikkatini çekti; Yusuf, Esma, Abdül…  Buram buram Ortadoğu kokuyordu. Neden?  Aslında neredeyse doğu kültürünü hiç mi hiç tanımıyordu. Batı’da bir serüven tasarlamak mı güçtü yoksa? Neden serüven diyince aklında doğulu karakterler ve henüz moderniğin tüketemediği bir mahalle canlanmıştı? Gemi bir serüven için oldukça klişeydi ama yine de git gellerin olduğu hayatlar için yolculuk kaçınılmazdı sanki. Yolculuk… Onların yolculuğu bizimkilerden farklı, biz yalnızca kaçıyoruz ve adını seyyahlık koyuyoruz. Oysa biz seyyah değil yalnızca birer tursitiz…  Ama Yusuf, Yusuf bi neden beklemişti, hatta bi felaket!
   Nasıl? Nasıl gitmeli Yusuf? Kendisi aylardır kıpırdamamışken yazdığı karakter deniz aşırı maceralardaydı. Hep aynı soru: yaşamak ama nasıl? Şimdi içine düştüğü bu gaita kuyusu büsbütün bu sorunun başına açtığı bir bela değil miydi?  Sırf içinde bir yaşamı hissedebilmek içindi 9 ay… Şşş…Derin derin nefes almalı…
   O sadece o minik ruhun yuvası olmuştu. Annesi o değildi. Yardım ya da insanseverlik olmadığını iyi biliyordu. Sadece, yaşamı içinde hissedebilmek içindi. Kimi kadınlar bunun için biteviye başka bedenlere muhtaçken, o daha masum ve kutsi bulduğu bu yolu denemişti. Kıbrıs’taki o hastaneden döndükten sonra hiçbir şey aynı olmadı oysa. 9 ay hissetmişti “can”ı. Kalp atışlarını, küçük ellerin ve ayakların hayata dokunmak için sabırsızca gerinmelerini… Ama annesi o değildi.
   İlacına uzanıp kalan yarım hapı götürdü ağzına. Birazdan kimyası değişirdi. Dirseklerini masaya dayayıp elleri ile ağzının önünde küçük bir mağara yapıp soluğunu yavaşlatmaya çalıştı, birazdan sakinleşecekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder