30 Ağustos 2010 Pazartesi

   Uyandığında hava neredeyse kararmak üzereydi. Rüyasında yine bebeği görmüştü; bu sefer de bir mama koltuğunda ölümcül bir suskunlukla oturmuş gözlerindeki bütün ferle ona hain olduğunu haykırıyordu sanki. Bütün vücudu yara bere içinde karşısında öylece durmuştu ölümcül bir sessizlikle.  Uzaklaştırmaya çalıştı rüyadan arta kalanları.
   Her taraf geceki yazma serüveninden kalma öfelenmiş kağıt tomarlarıyla doluydu. Daktilodaki son kağıdı çekip çıkardı ve göz gezdirdi yazdıklarına, şimdi başka türlü bakacaktı hikayesine, çünkü o geceki o değildi, uyku insandaki duyguları nasıl da hiç ona ait olmamış gibi yabancı kılıyor. Zaman… Bir keresinde daha üniversitede öğrenci iken çok öfkelendiği hocasına öfkesini yansıtabilmek için hiç uyumamıştı, o zaman da biliyordu, en kuvvetli duyguların bile uykuya yenik düşeceğini. Sabaha karşı uyuyakalmış,  öğlene doğru uyandığında ise öfke önceki tesirini yitirmişti gerçekten de. Hem bu hatıraya hem de elindeki sayfada yazılanlara “tükürür gibi “ gülümsedi. Yaşamayan birinin yazmasını düşünmek bile aptalcaymış gibi geldi o an için. Ama geceden kalma bayat kahve ve sigara tadını tazeleriyle değiştirdiğinde bu his de artık kendine ait olmayacaktı belki.
   Kahvesini alıp tekrar masasına oturdu henüz mum ve keman için erkendi hem bu sefer yazdıklarının kemancıya değil kendine ait olmasını istiyordu. Yazdıklarını önüne çekip tekrar okumaya koyuldu. Aslında bu sefer kendi bilinçaltını okumak istiyordu daha çok sanki. Önce isimler dikkatini çekti; Yusuf, Esma, Abdül…  Buram buram Ortadoğu kokuyordu. Neden?  Aslında neredeyse doğu kültürünü hiç mi hiç tanımıyordu. Batı’da bir serüven tasarlamak mı güçtü yoksa? Neden serüven diyince aklında doğulu karakterler ve henüz moderniğin tüketemediği bir mahalle canlanmıştı? Gemi bir serüven için oldukça klişeydi ama yine de git gellerin olduğu hayatlar için yolculuk kaçınılmazdı sanki. Yolculuk… Onların yolculuğu bizimkilerden farklı, biz yalnızca kaçıyoruz ve adını seyyahlık koyuyoruz. Oysa biz seyyah değil yalnızca birer tursitiz…  Ama Yusuf, Yusuf bi neden beklemişti, hatta bi felaket!
   Nasıl? Nasıl gitmeli Yusuf? Kendisi aylardır kıpırdamamışken yazdığı karakter deniz aşırı maceralardaydı. Hep aynı soru: yaşamak ama nasıl? Şimdi içine düştüğü bu gaita kuyusu büsbütün bu sorunun başına açtığı bir bela değil miydi?  Sırf içinde bir yaşamı hissedebilmek içindi 9 ay… Şşş…Derin derin nefes almalı…
   O sadece o minik ruhun yuvası olmuştu. Annesi o değildi. Yardım ya da insanseverlik olmadığını iyi biliyordu. Sadece, yaşamı içinde hissedebilmek içindi. Kimi kadınlar bunun için biteviye başka bedenlere muhtaçken, o daha masum ve kutsi bulduğu bu yolu denemişti. Kıbrıs’taki o hastaneden döndükten sonra hiçbir şey aynı olmadı oysa. 9 ay hissetmişti “can”ı. Kalp atışlarını, küçük ellerin ve ayakların hayata dokunmak için sabırsızca gerinmelerini… Ama annesi o değildi.
   İlacına uzanıp kalan yarım hapı götürdü ağzına. Birazdan kimyası değişirdi. Dirseklerini masaya dayayıp elleri ile ağzının önünde küçük bir mağara yapıp soluğunu yavaşlatmaya çalıştı, birazdan sakinleşecekti.

1 yorum: